Mekke-i Mükerreme… Allah Teâlâ tarafından “Şehirlerin Anası”[1] diye vasıflanan; çevresi yağmalanırken kendisi emin kılınan[2]; insanların Allah’a ibadet etmeleri için yeryüzünde kurulan ilk mescit[3] ve ahir zaman peygamberi Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dünyayı teşrif ettiği; Allah’ın ismine yemin ettiği[4] mübarek mekân.
Bu Yazıda Okuyacaklarınız:
Erken Tarih
Sara validemizden sonra Hacer validemizle evlenen İbrahim (aleyhisselam)’ın, Hacer validemizden İsmail adında bir oğlu oldu. Bu durum Sara validemize ağır gelince İbrahim (aleyhisselam) Hacer valide ve oğlunu alıp Mekke’ye getirdi. Henüz yerleşim yeri olmayan Mekke o gün, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, ıssız ve çorak bir vadidir.[5] İbrahim (aleyhisselam), Bugün Kâbe’nin bulunduğu muhite eşi ve çocuğunu bırakmış; eşinin, “Ey İbrahim! Bizi burada kime emanet edip gidiyorsun?” sorusuna, “Allah’a” diye cevap vermiş ve “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.”[6] dualarıyla Mekke’den ayrılmıştır.
Hiç kimsenin yaşamadığı bir muhitte evladıyla yalnız kalan Hacer valide, kırbasındaki su bitince susuzluktan endişe ederek su aramaya başlamış. İki yükselti olan Safa ve Merve arasında etrafta sulak bir yer görürüm diye koşmaya başlamış ve nihayetinde Mevla Teâlâ tarafından Zemzem suyu ile ikram olunmuşlardır.
Daha sonra Cürhüm kabilesinin, kimsenin bulunmadığı bu muhite yerleşmesiyle Mekke-i Mükerreme ilk sakinlerine kavuşmuştur. İbrahim (aleyhisselam)’ın zaman zaman burada bulunan eşi ve çocuğunu ziyarete geldiği rivayet edilmektedir. Bu gelişlerinden birinde Allah’ın Kâbe’nin inşa emrini aldığını oğluna beyan etmiş ve insanların ibadet etmleri için beraberce Kâbe’yi inşa etmişlerdir.[7]
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Dönemi
Soyu İsmail (aleyhisselam)’a dayanan[8] Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’nin en soylu ailesi olan Kureyş’in bir ferdi olarak 571 yılında Mekke’de dünyaya teşrif etti. Kırk yaşına ulaşıncaya dek kavmi içerisinde sevilen, sayılan, güvenilen biri olarak Mekke’de yaşadı. Allah Teâlâ’nın kendisine peygamberliği bahşetmesinden sonra Mekke’de insanlara hak dini anlatmaya başladı. Açık davet başladıktan sonra da, 622 yılına kadar 13 sene Mekke’de, kavminin inatçı zorbalarıyla mücadele etti. Nihayet 622 yılında Müslümanlar için yaşanmaz bir hale gelen Mekke’den, “Ne güzel bir memleketsin, benim için ne kadar da sevimlisin! Kavmim beni senden çıkarmış olmasaydı senden başka yerde yaşamazdım.”[9] buyurarak Medine’ye hicret etti.
Din-i Mübin-i İslam’ı tebliğ faaliyetleri Medine’de çok daha hızlı neticeler vermeye başladı ve kısa zamanda Medine bir İslam Devleti haline dönüştü. Bu dönemde de Müslümanlar Mekke müşrikleriyle mücadeleye devam ettiler.
Müslümanlar ile Mekke müşrikleri arasındaki ilk ciddi savaş Bedir Savaşı’dır. Mekke’den hicret ettiklerinde malları müşrikler tarafından yağma edilen Müslümanlar, küçük müfrezeler halinde Mekke’nin ticaret kervanlarına baskınlar düzenliyorlardı. Mekkelilerin, Ebû Süfyan komutasında büyük bir ticaret kervanı hazırladığı; elde edilen gelirle müşriklerin teçhiz edilip Müslümanlar üzerine saldıracaklarını öğrenen Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), bu kervan üzerine sefere çıktı. Ancak Müslümanların kendisini hedef aldığını haber alan Ebû Süfyan kervanın yolunu değiştirdi ve Mekkelilere durumu haber verdi. Böylece kervan farklı bir yoldan ilerlerken, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiram, Bedir denilen mevkide Mekke müşrikleriyle karşı karşıya geldiler ve savaş Müslümanların kesin galibiyetiyle neticelendi.[10]
Bedir Savaşı’ndan, kesin bir mağlubiyetle Mekke’ye dönen müşrikler bu durumu hazmedemediler. Özellikle savaşta ölen yetmiş kişinin aileleri ve Mekke’nin önde gelenleri, İslam tehlikesinin daha fazla büyütülmemesi ve Bedir’in intikamının alınması için çalışmaya başladılar. Bu amaçla 3.000 kişilik bir ordu toplayan müşriklerin, Müslümanlar üzerine sefere çıkacakları, Mekke’de bulunan ve Müslümanlığını gizleyen Hz. Abbas (radıyallahu anh) tarafından mektupla Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bildirildi.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hemen istişarelere başladı. Onun düşüncesi, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmak ve böylece şehri savunmaktı. Ancak Bedir savaşına katılamayan, özellikle genç Müslümanların müşriklerle çarpışmaya düşkün olmaları neticesinde, istişare sonucu meydan savaşına karar verildi. Uhud Dağı’nın eteklerinde iki ordu karşı karşıya geldi. Öncesinde Müslümanların üstünlüğü ile cereyan eder harp, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kesin tembihlerle Okçular Tepesi’ne yerleştirmiş olduğu sahabenin tepeyi terk edip savaş saflarına katılmaları ve akabinde müşriklerin Müslümanları arkalarından kuşatmalarıyla müşriklerin lehine döndü. Müslümanların ciddi mukavemeti ve Allah’ın yardımı neticesinde müşrikler kesin bir galibiyet elde edemeden geri dönüp gittiler. Lakin bu savaşta Hz. Hamza başta olmak üzere sahabe-i kiramdan 70 kişi şehit edildi.[11]
Uhud Savaşı’nda da kesin bir netice alamayan Müşrikler, Medine’de bir antlaşma hukukuna göre Müslümanlarla bir arada yaşayan Yahudilerden Benî Kurayza’nın da kışkırtmalarıyla yeniden büyük bir orduyla Medine’ye saldırmaya karar verdiler. Bu savaş için tabiri caizse varlarını ve yoklarını ortaya koyan müşrikler, çevre kabilelerden de paralı askerler topladılar ve 10.000 kişilik bir orduyla Medine’ye hareket ettiler. Müslümanlar bu savaşta savunma harbi yapmaya karar verdiler ve Selman-ı Farisi (radıyallahu anh)’ın tavsiyesi üzere şehrin bazı yerlerine hendek kazdılar. Şehrin etrafındaki hendekler sebebiyle savaş karşılıklı ok atışmalarıyla sürdü. Bir süre sonra yiyecekleri azalan müşrikler, Medine’deki Benî Kurayza Yahudilerini de Müslümanlarla savaşmak hususunda ikna ettiler. Ancak Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in durumu haber alması sonucu onların düşünceleri de büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Bir ay kadar süren kuşatma, yiyecek stoklarının tükenmesi ve şiddetli bir rüzgârın müşriklerin çadırlarını söküp atması neticesinde müşriklerin dağılmasıyla Müslümanlar lehine neticelendi.[12]
Fethe Açılan Kapı: Hudeybiye Antlaşması
Hicretin altıncı senesinde, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) rüyasında ashabıyla beraber umre yaptığını, tıraş olduğunu ve Kâbe’nin anahtarlarını eline aldığını gördü.[13] Bu haber bir müjde olarak sahabe-i kiramın arasında yayıldı. Akabinde Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabından yaklaşık 1400 kişiyle beraber, yanlarına kurbanlarını alarak yola çıktılar. Herhangi bir harp düşünmedikleri için, yanlarına sadece vahşi hayvanlardan vesaire korunmak için kullanılan hafif yol silahlarını aldılar.
Müslümanlar, Gadîru’l-Eştât denilen yere geldiklerinde Mekkelilerin umre yapmalarına izin vermeyeceği ve Ebû Süfyan komutasındaki askerlerin Müslümanlarla savaşmak üzere yola çıktığını haber aldılar. Yapılan istişareler neticesinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Biz kimseyle savaşmak için gelmedik; umre yapmak için geldik. Kureyş dilerse aramızda (barış için) bir süre tayin ederim. Eğer kabul etmezlerse canım yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki dinim uğrunda ölene kadar savaşırım. Muhakkak ki Allah, emrini gerçekleştirecektir.”[14] buyurdu ve yola devam ettiler.
Müslümanlar Hudeybiye’ye geldiklerinde Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in devesi Kasva olduğu yere çöktü. “Kasva çöktü, yerinden kalkmıyor.” dediler. Bunun üzerine Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kasva çökmedi; onun öyle bir huyu yoktur. Fil’i durduran Allah, Kasva’yı durdurdu. Allah’a yemin olsun ki, benden, Allah’ın mübarek kıldığı şeyleri tazim etmemiz için ne isterlerse istesinler onlara vereceğim.” buyurdu.[15]
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabıyla birlikte Hudeybiye’de konaklayınca, Mekkeliler ile görüşmek üzere Hz. Osman (radıyallahu anh)’ı Mekke’ye gönderdi. Mekke’de akrabaları bulunan Hz. Osman’a iyi davranıldı; kendisinin dilediği kadar Kâbe’yi tavaf edebileceği söylendi ancak o, “Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) tavaf etmeden ben de etmem.” diyerek bu teklifi reddetti. Bunun üzerine müşrikler Hz. Osman’ı Mekke’de alıkoymaya başladılar. Bu sırada Müslümanlara da, Mekkelilerin Hz. Osman (radıyallahu anh)’ı öldürdüklerine dair bir haber ulaştı.
Müslümanları sarsan bu haber neticesinde Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), “(Eğer Osman’ı öldürdülerse) bunlarla savaşmadan buradan ayrılmayacağız!” buyurdu ve ashabını savaştan kaçmamak[16]; ölünceye kadar savaşmak[17] hususlarında biat etmeye çağırdı. Orada bulunan tüm Müslümanlar Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bu hususlarda biat ettiler. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sağ elini sol elinin üzerine koyarak, “Bu da Osman’ın biatidir.” buyurdu.[18] Ashab-ı Kiram, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e biat ettikleri ağacın altından kalkmadan, “O ağacın altında sana yeminle bağlılık söz verirlerken bu müminlerden Allah razı olmuştur; onların gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve güven vermiş, pek yakın bir fetihle ve elde edecekleri birçok ganimetle de kendilerini ödüllendirmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir.”[19] ayet-i kerimeleri nazil olmuş ve bu olay tarihe Rıdvan Biati olarak geçmiştir. Cabir b. Abdullah (radıyallahu anh), bu biate katılanlar hakkında Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, “Siz, yeryüzü halkının en hayırlılarısınız.” buyurduğunu rivayet etmiştir.[20]
Müslümanların ölüm pahasına üzerlerine geleceklerini öğrenip tedirgin olan müşrikler, Hz. Osman (radıyallahu anh)’ı serbest bıraktılar ve Süheyl b. Amr’ı da antlaşma için elçi olarak gönderdiler. Uzun görüşmeler neticesinde Müslümanlar ve müşrikler arasında şu şartlarla Hudeybiye Antlaşması imzalandı.
1- Anlaşmanın süresi hırsızlık veya hıyanet olmazsa on yıldır.
2- Müslümanlar bu yıl geri dönecekler; Kâbe’yi önümüzdeki yıl silahsız bir şekilde ziyaret edecekler. Müslümanlar geldiğinde Kâbe üç günlüğüne onlara terk edilecek. Müşriklerle Müslümanlar görüşmeyecekler.
3- Kureyşlilerden biri Müslümanlara sığınırsa iade edilecek ancak Müslümanlardan biri Mekke’ye sığınırsa iade edilmeyecek.
4- Diğer Arap kabileleri iki taraftan birinin yanında yer almak hususunda serbest olacaklar.
Anlaşma sonrası Müslümanlar, her ne kadar Allah’ın fetih vaadine kesin olarak inanmış olsalar da, büyük bir mahzunlukla birlikte kurbanlarını Hudeybiye’de kesip Medine’ye döndüler.[21]
Hak Geldi, Batıl Zail Oldu
Hudeybiye Antlaşması’ndan bir süre sonra müşriklerin tarafında yer alan Benî Bekir kabilesi, Müslümanların himayesindeki Benî Huzaâ’ya saldırdı. Haber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e ulaşınca, Mekkelilerin, ya öldürülenlerin kan bedellerini ödemelerini ya da Benî Bekir kabilesi ile aralarındaki anlaşmaya son vermelerini istedi. Müşrikler iki teklifi de reddettiler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gizli bir şekilde harp hazırlıklarına başladı. Sefere çıkacağı son ana kadar Mekke üzerine gideceklerini kimseye söylemedi.
Bu olayın akıbetinden endişelenen müşrikler bir süre sonra Ebû Süfyan’ın yönlendirmesiyle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in isteklerini yerine getirmek hususunda karar verdiler ve liderleri Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. Ancak Ebû Süfyan başta Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere hiç kimseden yüz bulamadı.
Mekke seferi Medine’de duyulduktan sonra bilginin Mekke’ye ulaşmaması için çıkışlar tutuldu. Ancak Hâtıb b. Ebî Beltea (radıyallahu anh) Mekkelilere durumu haber vermek üzere bir mektup gönderirken yakalandı. Ömer (radıyallahu anh)’ın, hemen idam edilmesi gerektiğini söyleyip izin isteyince Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ama o Bedir’e katıldı.”[22] buyurdu ve gerekçesini dinledi. Mekke’de bulunan ailesini koruyacak kimsesi olmadığını, bu mektup sayesinde müşriklerin ailesine kötü davranmayacağını düşündüğünü söyleyen sahabî affedildi.
Müslümanlar, on bin kişilik orduyla Mekke yakınlarına kadar büyük bir gizlilikle geldiler ve Mekke’nin etrafını sardılar. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kalabalık görünmek için her askere ayrı ateş yakmasını emretti. Etrafı kolaçan etmeye çıkan Ebû Süfyan yanındaki iki kişiyle birlikte Müslümanlara yakalandı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Abbas (radıyallahu anh)’a, Ebû Süfyan’a İslam ordusunu seyrettirmesini emretti. Kalabalık ve ihtişam karşısında şaşırıp kalan Ebû Süfyan, bu orduya direnmenin imkânsız olduğuna kanaat getirdi.[23]
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebû Süfyan’ı Mekke’ye geri gönderirken onu taltif sadedinde, “Kim Ebû Süfyân’ın evine sığınırsa güvendedir. Kim evinden dışarı çıkmazsa güvendedir. Kim Mescid-i Harâm’a girerse o da güvendedir.”[24] buyurdu. Daha sonra da orduya kumanda eden Halid b. Velid’e, “Size karşı herhangi bir saldırı olmadıkça, hiç kimseye kılıç çekmeyiniz.”[25] buyurdu.
Yine fetih günü Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), “Bu belde haramdır (dokunulmazdır). Burayı Yüce Allah haram kılmıştır. Burada savaşmak benden önce kimseye helâl olmadı. Bana yalnızca bir gün içerisinde bir süreliğine helâl kılındı. Zira bu belde Yüce Allah’ın haram kılması ile haram kılınmıştır.”[26] buyurdu. İslam ordusu sabahın ilk saatlerinde dört koldan Mekke’ye girdi. Mukavemet göstermeye çalışan ufak gruplarla yaşanan küçük çatışmaların haricinde ciddi bir çatışma olmadı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), başında siyah sarığıyla devesinin üzerinde, tevazuundan eğilmiş bir şekilde Fetih sûresini okuyarak Mekke’ye girdi.
Kâbe’ye kadar gelen Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) devesinden inmeden Hacerü’l-Esved’i selamladı ve tavafa başladı. Tavaf esnasında, “Sen ne güzelsin ve kokun da ne güzel! Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne yüce!” diyordu.[27] Tavaf bitince Makam-ı İbrahim’de on iki rekât namaz kıldı.[28] Hz. Abbas (radıyallahu anh)’ın ikram ettiği zemzemi içtikten sonra Safa tepesine çıktı ve dua etti. Sa‘y bittikten sonra Kâbe’ye geldi ve “Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.”[29] ayet-i kerimesini okuyarak Kabe’deki putları kırdı. Beytullah’ın anahtarlarının getirilmesini emreden Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Kâbe’nin içinde fal oklarıyla tasvir edilmiş İbrahim ve İsmail (aleyhimesselam)’ın resimleri görünce, “Allah bu suretleri yapanları helâk etsin! Allah’a yemin ederim ki onlar bu iki peygamberin hiçbir zaman rızıklarını böyle fal oklarıyla aramadıklarını biliyorlardı.”[30] buyurarak bunların çıkarılmasını emretti.
Kâbe’nin içerisine giren Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bir grup sahabî ile birlikte namaz kıldı. Onların çıkmasının ardından diğer sahabîler de namaz kılmak için Kâbe’ye yöneldiler. İlk giren Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh), tam Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in namaz kıldığı yerde namaz kıldı.[31] Akabinde Bilal-i Habeşî (radıyallahu anh) öğle ezanını okudu.
Fetih sonrası Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekkelilere şöyle seslendi: “Hamd vaadini yerine getiren, kuluna yardım eden ve düşman topluluklarını tek başına yenilgiye uğratan Allah’a mahsustur.”[32] “Haberiniz olsun! Mal veya kandan, cahiliye devrinde anılıp zikredilen tüm övünme vesilesi olan şeyler ayaklarımın altındadır. Sadece hacılara su dağıtma işi ve Kâbe hizmeti bunun dışındadır.”[33] Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) konuşmasından sonra Mekkelilere, “Ey Kureyş topluluğu! Sizin hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sormuş, Mekkeliler de Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den ancak hayır ve iyilik beklediklerini beyan etmişlerdir. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ben de Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi, ‘Bugün azarlanacak değilsiniz, Allah sizi bağışlar. O, merhametlilerin merhametlisidir.’[34] diyorum. Haydi, gidiniz! Artık serbestsiniz.”[35] buyurmuştur.
Fethin Düşündürdükleri
Allah (celle celalühü), hor ve hakir olarak memleketlerinden çıkarılan bir avuç Müslümana, sekiz sene gibi gayet kısa bir vakitte nice fetihlerle beraber Mekke’nin fethini de nasip etmiştir. Fetihlere muhtaç olan günümüz Müslümanları olarak bize düşen, bu tabloyu doğru okumaktır. Ne olmuştur, nasıl olmuştur da, çok kısa sürede İslam bu kadar neşv-ü nema bulmuş; taşların altında ezilen Müslümanlar, düşmanlarını hezimete uğratmıştır. Bunu göreceğimiz yer de hiç şüphesiz Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ve sahabe-i kiramın hayatıdır.
Müslümanlar, Medine’de Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in etrafında toplanan Müslümanlar gibi olduklarında, Allah (celle celalühü) günümüz Müslümanlarına da nice fetihler nasip edecektir.
Cenab-ı Hak’tan niyazımız, sahabe-i kiram gibi Müslümanlar olarak yaşamak; Müslümanların her alanda galibiyetlerini görmek ve bu hal üzere Rabbimize kavuşmaktır.
[1] Enam Sûresi, 92.
[2] Ankebût Sûresi, 67.
[3] Âl-i İmran Sûresi, 96.
[4] Tin Sûresi, 3.
[5] İbrahim Sûresi, 37.
[6] İbrahim Sûresi, 37.
[7] Buhârî, Enbiyâ, 12.
[8] Müslim, Fezâil, 1.
[9] Tirmizî, Menâkıb, 68.
[10] Abdülmelik b. Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, Mektebetü’l-Mustafa, 606-708.
[11] a.g.e., 2/60-105.
[12] a.g.e., 2/214-232.
[13] Muhammed b. Amr Ebû Abdillah el-Vâkidî, el-Meğâzî, 2/572, Dâru’l-E‘lemî, 1989.
[14] Buhârî, Şurût, 15.
[15] Buhârî, Şurût, 15.
[16] Müslim, İmâre, 67.
[17] Buhârî, Cihâd, 110.
[18] Buhârî, Meğâzî, 19.
[19] Fetih Sûresi, 18-19.
[20] Müslim, İmâre, 71.
[21] es-Sîratü’n-Nebeviyye, 2/308-323.
[22] Buhârî, Cihâd, 141.
[23] Buhârî, Meğâzî, 49.
[24] Ebû Dâvud, İmâre, 24.
[25] Ebû Cafer et-Taberî, Târîhu’t-Taberî, 3/56,Dâru’t-Türâs, h. 1387.
[26] Nesâî, Menâsikü’l-Hac, 111
[27] İbn Mâce, Fiten, 2.
[28] Ebû Dâvud, Menâsik, 45.
[29] İsrâ Sûresi, 81.
[30] Buhârî, Meğâzî, 49.
[31] Buhârî, Meğâzî, 50.
[32] İbn Mâce, Diyât, 5.
[33] Ebû Dâvud, Diyât, 17.
[34] Yusuf Sûresi, 92.
[35] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 9/195.